4 Şubat 2011 Cuma

Gerçeğin ne kadarını ödünç alırız?

Mısırlı yazar Necib Mahfuz’un “Düğün Evi” okura “Herkesin gerçeği kendine” dedirtiyor.

Bakmayın siz adının “Düğün Evi” olduğuna, eğlenceli, cümbüşlü, sevgi ve aşk dolu, mutlu insanların anlatıldığı satırlarla bezenmiş bir kitap değil o. Aksine satırlar bedbaht insanların berbat yaşamından sadece minik bir kesit sunuyor.
Ama o kesit daha ilk satırlarda güçlü bir girdaba dönüşüp yutuyor sizi. Buna hazır olmalısınız. Aman, benimki de söz mü şimdi? Zaten Arap dünyasının önde gelen yazarlarından biri olan Necib Mahfuz’un kitabını seçen okur, buna hazır değil midir?
Gençlik yıllarında aldığı felsefe eğitimine bir de Mısır’ın efsunlu dünyası eklenince elbette Mahfuz o coğrafya insanının gam dolu, gelgit dolu yaşamını aktaracak bize.
Eserleri başka dillere en çok çevrilen Mısırlı yazarlardan biridir Mahfuz. 1988’de Nobel Edebiyat Ödülü almıştır. Bu iki minik bilgiden sonra biz yine Düğün Evi’ne dönelim. O ev ki kapısını araladığımız anda kendimizi evin bir ferdi gibi hissedeceğimiz, gelişen olaylarda mutlaka bir yanımızı bulup, kendi hikâyemizi katacağımız bir yerdir…
Sevgili okur bundan sonraki satırları, “kendi hikâyemizi kattığımız,” cümlesini lütfen zihninizde tutarak okuyunuz.

GERÇEK VE ALGI KARMAŞASI

Düğün Evi Necib Mahfuz’un yazdığı son kitaplardan. İlk kez 1981’de basılan bu eserle ilgili olarak “Yazarın gelişiminin son aşamasını yansıtmaktadır,” tanımlaması yapılıyor. Düğün Evi’nde işlenen konu aslına çok tanıdık. Kahire’de bir eski ev. O evin sakinlerinin ve çevresindekilerin sürdürdükleri gündelik yaşam. Birbirleriyle aşktan, cinselliğe kadar uzanan karmaşık ilişkilerin yaşandığı bir ortam… Aralarından birinin yazdığı ve bu sürüp giden yaşamın resmedildiği bir tiyatro oyunuyla her birinin ayrı ayrı yaşadığı yüzleşme sendromu.
Ve satırlar boyu sorduğumuz, “Oyunda anlatılanlar ne kadar gerçektir? Ya gerçekler ne kadar gerçektir?”sorusu…
Söylemiştim, konu basit diye, ama unutmayın bu basit konuyu bir mücevher gibi işleyen bir usta yazardır, Necib Mahfuz.
Onun kurgusu, zamanı ve mekânı kullanma becerisi, karakterlerinin psikolojileri ve elbette Kahire var elimizde.
Yaşananlar kitabın gizli kahramanı. Öyle ki yaşanmış “tek”, ve “biricik” gerçek çevresinde debelenip duruyoruz. Zira o tek gerçek, her kahramanın algısıyla şekil değiştiriyor. Neler olup bittiğini kitabın daha ilk satırlarında aktör Tarık Ramazan’ın anlattıklarıyla öğreniyoruz örneğin. Tarık Ramazan’ın gerçeği bizim için de vazgeçilmez doğru oluveriyor. Ah yoksa değil mi? Oysa anlattıkları nasıl da tutarlıdır. Onun sözcükleriyle kızıp, mahkûm ettiğimiz “diğerleriyle” sayfalar ilerledikçe karşılaşıp, hesaplaşacak mıyız?
Evet… Elbette diğerleriyle tek tek, satır satır karşılaşıyoruz. Ama o da ne; bu girdap da nerden çıktı? Sevgili okur, olaylar hiç de Tarık Ramazan’ın anlattığı gibi değilmiş. Herkesin yaşadığı “aynıyken” şimdi kitabın kahramanı bu dört kişiden birbiriyle hiç de uyuşmayan dört ayrı “gerçek” dinliyoruz.
Elimizdeki tek gerçek bir anda dört farklı gerçeğe dönüşüyor.
Ve belki de tam da o an sorumuzu soruyoruz; “Sahi biz gerçeğin ne kadarını ödünç alırız?” Algılarımız, zihnimiz, duygularımız, kişiliğimiz “saf gerçek”ten neleri cımbızlar da kendi gerçeğini yaratır?
Düğün Evi’nde satırlar kısmen zamanın ve tarihin kişilik üzerindeki etkilerini anlatırmış gibi yaparken okura asıl sunulan birbirinden çok farklı dört zihnin ve kişiliğin kendilerini çevreleyen gerçekleri nasıl algıladığı ve bununla yani yarattığı “kendi gerçeğiyle” nasıl başa çıktığıdır.
Dolayısıyla ana karakterlerden her biri kendi hikâyesini anlatıp, olaya kendi yorumunu katar.

KELİMELER AYNI ANLAMLAR FARKLI

Aynı ortamda, aynı olayları yaşayan dört ayrı karakter bunu kendi gözleri ve sözleriyle size aktarınca ne olur? Hiç bir şey olmasa da konuşmalar dört kere karşımıza çıkar değil mi? Necib Mahfuz’un Düğün Evi’nde de böyle oluyor. “Dedim”ler, “Dedi”ye dönüşüp aynı cümleler, aynı kelimeler durup durup karşımıza çıkıyor.
Ve biz okurlar bu anlarda yine o tanıdık girdapta buluyoruz kendimizi. Algı ve zihin devreye girince kelimelerin nasıl başka anlamlar yükleniverdiğiyle yüzleşiyoruz. Her bir kahraman
aynı sözlerden nasıl da ayrı manalar çıkarıyor. Sözlere bakışları, tavırları, susmaları da katıp çeşitlendirmek elbette mümkün… Zamanın nasıl değişiklikler getirdiğini, sevgiyi nefrete, güzelliği çirkinliğe, sadakati ihanete, idealizmi ahlaksızlığa nasıl dönüştürdüğünü sayfalardaki yolcuğumuzda öğreniyoruz. Tüm bunlar olup biterken Mahfuz’un kahramanları Tarık Ramazan, Kerem Yunus, Halime el-Kebş ve Abbas Kerem Yunus, o sayfalardan fırlayıp karşımıza dikiliyor ve hiç abartmadan kendi saf gerçeklerini bizlerle paylaşıyorlar.
Ve elbette “bu gerçeğin ne kadarını ödünç alacağımız” sorusuna yanıt bulmak biz okurlara kalıyor.


YAZAR HAKKINDA:
Necib Mahfuz 1911’de Kahire’de doğdu. Kahire Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. 1956-57’de yazdığı Kahire Üçlemesi ile geniş çevrelerce tanındı. 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. 2006’da vefat etti.