21 Temmuz 2011 Perşembe

BOĞAZ'ın YALI CAMİİLERİ

Öyle güzel, öyle özeller ki…
Kimi orta yerde, kimi kuytuda.
Kiminin yüzüne doğuyor güneş, kimi günü turuncuya dönen pencereleriyle uğurluyor. Aralarında bir iş bölümü mü var bilinmez ama sanki hepsinin içinden Boğaz akıp gidiyor.

Boğaz’ın kıyısındayım. Gözüm, gönlüm bir Rumeli Yakası'nda, bir Anadolu… An geliyor Ortaköy Camii’nin avlusunda yürüyen yengeci takip ediyorum, an geliyor Kuzguncuk’taki Üryanizade Camii’nin altındaki kayıkhaneden Boğaz’a akıyorum.
Tuhaf bir duygu; bir yanım huşu içinde Tanrı’yı arıyor, bir yanım bu büyüleyici güzellikte Tanrı’yı buluyor.

Koca şehir Ramazan’a hazırlanıyor; biliyoruz. İftar çadırları kuruldu kurulacak, büyük camilerin minarelerine asılacak mahyalar çoktan bakımdan geçti, eksik ampuller yenilendi.
Ama ben bu kez tarihi yarımadadaki görkemli camileri bir yana bırakıp Boğaz’a gidiyorum. 'Her iki yakada, temelleri Boğaz’ın akıp giden suyuyla yıkanan, mütevazı Osmanlı camileri ne durumdadırlar' diye meraktayım.

Boğaz’ın tuzlu suyu mu yıpratır yorgun bedenlerini yoksa ancak cuma namazlarında birkaç kişinin gelmesiyle açılan asırlık kapıların yalnızlığı mı? Soracağım.

Öyle sessiz, öyle sakinler ki ihtimal bir yanıt alamayacağım; ne gam… Bu yazıdan sonra fazladan bir kişi ziyaret etse; asırlık tahta duvarlarına bir yabancı yaslansa, mihrap dibinde öylece bekleyen tespihlere bir el uzansa, her daim Boğaz suyuyla ıslak avlularda dolaşanlar olsa…

İşte bununla avunacağım.
E hadi o vakit...


 Emirgan Hamid-i Evvel Camii
Bahçesindeki dev manolya ağacı mı anlatır yaşını, ana kapısına Ta’lik hatla yazılmış kitabedeki 1781 mi?

Yeşil, siyah yağlıboya ile boyanmış sütunlara mı sormalı eski Ramazanları, her sütuna iliştirilmiş tespihlere mi?
Taş ve tuğla duvarlarda ya da caminin temelinde, Revan seferinden dönen Emirguneoğlu Yusuf Paşa’nın köşkünü mü aramalı yoksa?
Kalem işleriyle zenginleştirilmiş mihrap mı alıp götürür bizi asırlar önceye, çiçek, yaprak ve kıvrık dal motifli minber mi?
Bakmayın siz şimdi önünden arabaların geçtiğine, I. Abdülhamit genç yaşta ölen şehzadelerinden Mehmed ve onun annesi Hümaşah için bu camiyi yaptırdığında Boğaz’ın yanı başındaydı.
Öyleyse Doğru Muvakkithane Sokağı’nın köşesinden İstanbul’u seyreden tek minare mi fısıldar bizlere burada bir zamanlar hamam, fırın ve külliye olduğunu, kıbleyle Boğaz’ı aynı yönde gösteren halı desenleri mi?
 Vaniköy Camii
İmamı Bayram Göktepe diyor ki, önündeki çınar ağacı camiinin inşaatı başladığı gün dikilmiş. Şimdi, Vaniköy Camii’nin önünde dev bir anıt gibi duran çınar ağacı demek ki tam 343 yaşında…


Öyle ya, camiyi Vani Mehmet Efendi 1665’te yaptırmış. Koca semte adını veren Vani Efendi, 4.Mehmet zamanında, Hünkâr şeyhi sanıyla sarayda nüfuslu bir zat. Peygamber soyundan. Kendisi Vanlı olduğundan ‘Vani’ olarak anılırmış. I. Mahmut, hünkâr mahfili ilave etmiş, kâgir duvarlı, kırma çatılı bir yapı Vaniköy Camii. Denize bakan kadınlar bölümünün dış yüzeyi ahşap. Kırmızı minaresinin pabuç, şerefe ve külah altı beyaz...
 Hacı Kemalettin Camii (Rumelihisarı)
Bu şehirden başka nerede, üst katınızda cami varken siz oturup mantı ya da çiğ börek yiyebilirsiniz? Ya da en güzel aşk şarkıları Hisar’da yankılanırken, sırtınızı musalla taşına verip Boğaz vapurunun beyaz dalgasıyla gönlünüzü hoş edersiniz? Rumelihisarı’ndaysanız mümkün.


Zira Hacı Kemalettin Camii ve çevresi böyle bir yer. Mescit olarak yaptırılan bu yer, 1743’te I. Mahmut tarafından camiye dönüştürülmüş.
Bunu, caminin kapısındaki 1159 Rûmi tarihli kitabeden anlıyoruz: "Cami-i vâlâyı Sultanı zaman Mahmud Han."
Duvarları taş ve tuğladan, çatısı ahşap, minaresi taştan. Zemin katında ise şu an cafe-restoran olarak kullanılan, tonozlu bir bölüm yer alıyor. Burası aslında yedi adet kemer şekilde düşünülmüş kayıkhane. Caminin ahşap çatısı Marsilya kiremidi ile kaplı. Kubbe aramayın bu camide; yok. Camiye adını veren Hacı Kemalettin’le ilgili bilgi de yok ancak Ayvansarayi Hafız Hüseyin Efendi (1865) ‘Hadikat-el Cemâvi’ isimli kitabında kabrinin de orada olduğunu yazar.
Üryanizade Camii (Kuzguncuk)

 Yok, kimse kızmasın, alınmasın, günah demesin…

Yok, bu camiye adımımı atar atmaz hissettiğimi sizden gizleyecek değilim.
Vallahi de billahi de inanın camii gibi değil burası; denizin üstüne kondurulmuş bir mücevher kutusu, bir deniz feneri daha çok.
Minicik, birkaç basamakla üst kata çıkarken ‘aman zarar görmesin’ diye dikkatlice atıyorsunuz adımlarınızı.
Üst kat… Pencereyi açın, oltayı sallandırın, altınız deniz, dibiniz kayıkhane. Bahçesindeki incir ağacı sanki ondan yüksek. ‘40 günde tamamlanan camii’ diyorlar, doğru. Öyle narin, öyle güzel ve küçük ki… Sarılıp sarmalanması, korunması gerek. Kuzguncuk’tan Beylerbeyi’ne gelirken, Nakkaş Mezarlığı’nın dibinde, ahşap oymalı minaresine hayran olmamak mümkün mü? 1860’da Cemil Molla mescit olarak yaptırmış, 1889’da ise Üryanizade Ahmet Efendi camiye dönüştürmüş.
Ortaköy Camii: (Büyük Mecidiye Camii)

"Boğaziçi’nin Rumeli yakasında, Güney’i ve Batı’sı denizle çevrili, Boğaz’a uzanan küçük burun üzerinde…"
Onu anlatan bir yazı böyle başlıyor. Kentin anıtsal dokusunun Boğaziçi’ne uzandığı yıllarda Sultan I. Abdülmecit, Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırdıktan sonra Nigogos Balyan’a Ortaköy Camii’ni de ısmarlıyor. İnşaat 1853’te başlıyor, 1855’te bitiyor. Ortaya Barok mimarinin eşsiz bir eseri çıkıyor. Ve Sultan, Dolmabahçe rıhtımından saltanat kayığına binip Ortaköy Camii’ne geliyor; namaz için. Beyaz, kesme taştan yapılmış duvarlarından, geniş ve yüksek pencerelerinden kendinizi alabilirseniz; caminin neredeyse kubbesine yakın bir yerde, Boğaz’a nazır, her sene filizlenen incir ağacını görüp şaşarsınız. O kadar özel bir mekân ki, Ortaköy barlar sokağıyla iç içe. Oysa biliyoruz ki okul ve cami yakınında içki satmak yasaktır. Ortaköy Camii’nin kendine has bir özelliği de bu olsa gerek. 1984’teki yangından sonra özgün parçaları büyük ölçüde değişmiş olsa da caminin içine girenler Abdülmecit’in eseri olan Allah, Muhammed, Ömer, Ali, Ebubekir, Osman, Hasan ve Hüseyin yazılarını görebiliyor ve her pencereden Boğaz akıp duruyor.

Boğaz kabarık olduğunda, önünde kıçtankara bağlı teknelerin urganları, caminin musalla taşına tutturuluyor desem.
Yetmese. Yosun tutmuş avlu taşlarına yaslansanız; sağınıza Kuleli Askeri Lisesi’ni alıp yüzünüzü Boğaz’a verseniz ve ılık esen rüzgar size asırlık hatıraların rayihasıyla bezenmiş bin bir kokuyu taşısa…
Hicri 1253 yazsa tabela ve küçük bir hesap yapıp caminin 153 yaşında olduğunu bulsanız. Cami imamı Osman Keskin, çekinerek dokunsa ahşap duvarlara ve bir o kadar da övünerek "Bu boyayı rahmetli Sakıp Sabancı İtalya’dan getirtmişti. Denizin dibindeyiz diye boya çabuk dökülüyor, tahtalar çürüyor. Özel bir boyaymış bu, kökboyası. 10 sene garantiliydi 12 sene geçti daha yeni yeni dökülmeler başladı. Halıları da Isparta’da özel dokuttu." dese…
Ne camiye adını veren, Lale Devri’nde kaptan-ı deryalık yapmış olan, Nevşehirli İbrahim Paşa’nın damadı Kaymak Mustafa Paşa kalır aklınızda, ne bir defalık caminin bakımını yaptıran Sabancı Holding. Yeşile boyalı demir korkuluklara yaslanıp; sessiz ve kimsesiz caminin hüznünü Boğaz’ın suyuyla yıkarsınız.
Ah o an ne çok şey kayıp gider gözünüzden, gönlünüzden...
Sabancı Vakfı Camii (Kuleli Kaymak Mustafa Paşa Camii)

17 Temmuz 2011 Pazar

ORTAK ACI


Yannis Spiropoulos (Yanni İspiroğlu)’nun dedeleri, Nüfus Mübadelesi’yle Nevşehir, Suvermez’den Selanik’e gitmişler. Benim dedemler de aynı günlerde Selanik Alasonya’dan kalkıp Türkiye’ye geldiler. Yannis dedelerinin başından geçenleri anlattıkça sanki kendi dedelerimin öyküsünü dinledim. Acılar da, kederler de, özlemler de ne kadar aynıydı…

                                   Yannis ile sohbet...

Selanik’te bir tuhaf gün yaşadım. Beynim, yüreğim karmakarışık oldu. Bir kafede Yannis’le oturup bir yandan Türk kahvelerimizi içiyorduk bir yandan da hikâyelerimizi dillendiriyorduk.  Benim anneannemler 1924’te mübadeleyle Selanik-Alasonya (Elasson)’dan Mersin’e gelmişlerdi. Yannis’in annesi, babası, dedeleri de Nevşehir- Suvermez’den Selanik’e…

Dedim ya tuhaftı… Onca sene benim sandığım hikâyemin neredeyse aynısını bir başkasından dinliyordum. Adlar değişiyordu, mekânlar değişiyordu, diller değişiyordu ama yaşanan acı da, çekilen özlem de aynıydı.

Yannis Spirapoulos (Yanni İspiroğlu) 79 yaşında. İlk karşılaştığımızda, “Ohh be, toprağımın insanı” diye sarılırken koca adamın gözleri yaşla doldu, sesi titredi. Ben ona içinde Türk Rakısı olan paketi uzattım, o bana sakız likörü olanı…

Heyecanlı bir andı.”Benim anne, baba geldi Suvermez’den, 1924. Ben burda doğdu.”diye başladı anlatmaya. “Gidiyorsun dediler, anneler ağladı çok. Trene koydular hepisi… İndiler Mersin’de. Orada Yunan gemi bindiler. Geldiler burda.”

Hemen araya girdim, “Benim dedemler, anneannemler de Alasonya’dan. Annem Türkiye’de doğdu. Bizimkiler Selanik’ten gemiye binip Mersin’e gitmişler. Oradan da Adana’ya…”
“Ah, orada cennet idi. Akrabalar yağ çıkarırdı orada, nasıl söylenir bezir yağ. Geldiler aynı iş yaptılar burda.”
“Alasonya’da çiftlikleri varmış dedemlerin. Ne zor değil mi Yannis? Bırakıp gelince ne yapmış annenler? Çok anlattılar mı sana memleketlerini? Anneannem ‘Alasonya Olimpos’un eteğindeydi’ derdi hep.”

“Anlatmaz mı? Deli olma... Çok ağladı benim anne. Büyükanne elbise dikti orda, getirdi sandıkla burda. Ona sarıldı sarıldı, ağladı. Gördüm ben. Benim anne on bir, baba on beş yaştaydı geldiler. Aynı köyden. Evlendiler burda.”
“Benim anneannem on beş, dedem on sekiz yaşındaymış. Alasonya’da evlenmişler. Senin anneler döndü mü, ziyaret etti mi sonra Suvermez’i?”
“Yok. Ama ben gitti. Evi buldu. Okulu… Kiliseyi gördü. Bahçeleri…”
“Ağladın mı?”
“Durmadaaaan. Gözlerim dere sanki. Hep duydum annemin sesi sokaklarda.”
“Ne derdi annen sana kızınca? Anneannem bize Rumca söylenirdi.”

“GÖZÜN KÖR OLSUN YANNİS”

Tam burada derin bir iç çekti Yannis. Belli ki çocuk zamanlarına dönmüştü bir an için. Sonra güldü… Dedim ya aynıydı hikâyeler. Benim anneannem kızınca Rumca bir şeyler söylerdi, anlamazdık. Sorsak da söylemezdi zaten. Yannis’in annesi ise ona Türkçe söylenirmiş. “En çok ‘Gözün kör olsun, yaramazzz’ diye kızardı” diyor Yannis.
“Ya sen çocuklarına Türkçe mi kızdın?”
“Ah be, ne kadar kaldıysa akılda o kadar konuştum hep. Şimdi televizyonda dizi var. Binbir Gece. Her akşam oturup seyrediyorum. Türkçe unutmamak için, iyi olur.”
“Ya yemekler? Ah anneannemin bir patlıcanlı böreği vardı ki sorma Yannis…”
“ Yaparız burda da. Açarız oklava ile ince hamur. Arada yağ, hamur, yağ… Ama benim anne çok yapardı sulu köfte.”
Kahveler bitiyor elbette. Ama daha anlatacak çok şey var. “Aydi be gidelim sokak. Selanik görelim” diyor Yannis. “Sonra da gideceğiz Neapoli. Dersek Türkçe Nevşehir…”


Selanik cehennem gibi yanıyor. Sokakta değil yürümek nefes almak bile zor. Ama Yannis, 79 yaşındaki, by-pass geçirmiş Yannis’te bir enerji ki sormayın. “Yavaş yürüsek” diyorum, “Tembel sen, yürü, acele… Göreceğiz Bedesten” diyor.
Görüyoruz.
Rotondo Kilisesi’ni (Hortacı Cami), Bey Hamamı’nı, Tumba Tepesi’ni… Bir zamanlar Selanik’ye yaşamış olan Türklerden kalan tüm cılız izlerin peşindeyiz. Ama iz dediğiniz nedir ki! Sadece kırmızı tuğlalı, kubbeli binalar mıdır?
Sorumun cevabını otoyoldaki levhalarda bulacağımı söyleseler inanır mıydım?

“GİDECEĞİZ YENİ MUDANYA’YA”

Yukarıda yazmıştım, Yannis’in dedeleri Nevşehir’in Suvermez Köyü’nden. Mübadele’yle Suvermez’den gelenler Selanik’in 60 kilometre dışındaki bir bölgeye yerleştirilmişler. Flogita denen bölgeye.
“Aydi” diyor Yannis, “Gidelim memlekete…”

Asfalt yolda pek de hız yapmadan, etrafı seyrederek yol alırken Yannis “Bu gördü köyler hepisi geldi Türkiye’den. Atalar hep Türkiye’den. Kurdular burda yeni memleket. O vakit (1924) Yunan halk bizimkilere ‘Turko’ diye söylerdi. Onların Rumca başka, Türkiye’den gelenlerin Rumca başka.  Anlaşma yok. Yunan vermedi toprak. Bir tek ev. Herkese aynı ev yaptı verdi. 1935 sonunda verdi toprak. Ama para istedi.”
“Yani toprağı sattı size öyle mi?”
“Doğruuu. Para yok, alacak. Çok çekti gelenler.”
Tam da o anda kocaman bir tabela çıkıyor karşımıza: Nea Moudania. “Ne yazar bilirsin burda?”
“Dur okuyayım Yannis: Nea Moudania… Aaa Mudanya gibi.”
“Odur. Mudanya’dır. Gelenler kurdu yeni Mudanya.”
Sonra tabelalar çoğaldı. Silada (Zile), Malakopi (Derinkuyu), Andauli (Niğde), Simandra (Semendere)
“Bilirsin bizim köy neden Suvermez denir?”
“Bilmem Yannis, neden?”
“Çok zaman önce geldi bir seyyah. Dolaştı köyde. Çok zaman önce. Bir bardak su istedi. Ama orası susuz. Köylü verdi suyu istedi para. Sattı suyu. Seyyah yazdı deftere ‘Buradakiler su vermez’ diye… İşte şimdi Suvermez’e geldik.”

Üç katlı bir apartmanın orta katındaki bir daireye giriyoruz. Bu bölge haritalarda Halkidiki diye gösteriliyor. Uçsuz bucaksız kumsalı, insanın aklını alacak kadar berrak denizi ve balığıyla ünlü tatil beldesi. Fakat girdiğimiz dairenin her yanına Anadolu’dan gelen hatıralar serpiştirilmiş. Yemeniler, tahta kaşıklar, keçe mintanlar, duvarda asılı halılar ve elbette fotoğraflar. Burası Selanik Suvermez’deki ‘Nevşehir Severmez Müzesi.” İki Maria ve Osia karşılıyorlar bizi. Heyecanla sarılıp baş köşeye oturtuyorlar.
Yannis duvardaki fotoğraflarda kendisini, babasını bulup gösteriyor. “Bizim burda Suvermez ile Nevşehir Suvermez kardeş oldu. Biz gittik, oynadık, şölen yaptık. Burda zaman gelir yemekli şölen yaparız.”
Tam da o anda Maria bir sürü fotoğrafı uzatıyor. En üstte kazan karıştıran yaşlı bir kadının fotoğrafı var.
“Kim bu?”diyorum.
“Anastasia Tete. Altı yaştaydı geldi burda. Ama artık çok hasta. O öğretti her yemeği bizim kızlara.”

“Ne yemekler yapıyorsunuz en çok?”
“En çok Piluguri”
Piluguri, piluguri… Arka arkaya söyleyince anlaşılıyor; bulgur… “Çemen” diyor Maria, “Karıştırma, pastırma, manti, tarhana…”Hepsini Türkçe söylüyor. Anadolu’da söylendiği biçimiyle, değişmeden yemek isimlerini sıralıyor.
Nevşehir’e gittiklerinde aynı yemekleri yemişler, aynı geleneksel giysilerle dans etmişler ve her biri özlem dolu gözyaşı dökmüş.
Yannis diyor ki, “Ben şanslı. Gördü ana-baba topraklarını. Evi buldu. Suyu içti.”
Diyorum ki, “Bizimkiler bir daha Alasonya’yı hiç görmedi. Onların gözü olup ben baktım Olimpos’a. Ama yetmez ki Yannis, Hasret, özlem bitmez ki.”
Yannis başlıyor ağlamaya.
Ben?
Ne gerek var ki yazmaya…

9 Temmuz 2011 Cumartesi

BEN BİRAZ DA SENDİM FERİDE


Geçen hafta telefonum çaldı, açtım. Buket’ti arayan:
“En sevdiğin kitap?”
Dan diye soruverdi. Buket bu, evelemeden gevelemeden hedefe yönelik sorar, işte yine nokta atışı yapmıştı. Sanırım onun soruyu sorduğu saniyenin içinde –teknik olarak mümkün olmayabilir ama ben yine de öyle hissettim- cevap verdim; “Çalıkuşu.”
Düşünsem belki başka kitapları da sıralayabilirdim ama beynimden önce yüreğim konuşmuştu yine; ne güzel.

“Tamam o zaman. Bu ay tam 8. yılımızı dolduruyoruz ya. Bu nedenle de “8. yıl özel sayısı yapalım” dedik. Proje şu: herkes en sevdiği kitabı yazacak.”
“Düşünüp karar vereyim” diye oyalansam zorlanır, hayat biriktirdiğim onca kitaptan birini seçmekte bocalardım, doğru… Ama Buket “dan” diye sorunca ben de “şak” diye cevap vermiştim işte.  



Telefonu kapatıp kütüphaneme yürüdüm. Onca kitabın içinden en harap, en yıpranmış olanını çekip aldım.  Ah kim bilir hangi acemi dokunuşlarla yaptığım cilt çoktan yıpranmış, kitabın tozpembesi kapağını zar zor tutuyordu. Sayfalar darmadağın olmuştu.

Reşat Nuri Güntekin; Çalıkuşu.

Gelişigüzel bir sayfayı açtım: “ ‘Kuşadası’na gider misiniz?’ dedikleri vakit, birden sevinmiş, kendi kendime ‘Kuşadası, benim adım, bu kadar zamandır aradığım saadeti, gönül rahatımı mutlaka orada bulacağım’ demiştim.”

Feride yine yanıma gelivermişti işte; hem her defasında böyle olmuyor muydu?

SALINCAKTAN DEĞİL, HAYATTAN KORKARDIM

Çalıkuşu’nu defalarca okudum ben. Çocukken, lisedeyken, genç kızken, sonra, sonra, sonra; dedim ya defalarca. Hatta şu satırları yazmaya başlamadan önce bir kez daha…
İyi de neden okudum?

Feride’de hep biraz da kendimi buldum zira. Evet, doğrusu bu. Feride gibi, Feride kadar yaramazdım ben de. Günlük mekânım ağaç tepeleriydi. Bağda, bahçede, hayvanlar arasında geçerdi zamanım. Ottan yatak yapar, yatardım.

Duygusaldım, hatıra defteri tutardım, salıncaktan değil hayattan korkardım.

Onun liseyi bitirip düştüğü Anadolu yolları benim uçarı çocuk gönlümü eğlemişti kaç sene…
Feride’nin Anadolu’nun ücra köşelerinde öğretmenlik yapması, hele at arabasıyla aştığı yollar, gördüğü evler, okuttuğu çocuklar, derme çatma okullar hiç şaşırtmamıştı beni. Feride o köy okullarına 1920’lerde gitmişti, ben 1960- 1970 yıllarında. Tarih farklıydı da manzara ne yazık ki aynıydı.

İlkokul öğretmeni annemin elinden tutup, henüz okul çağında bile değilken kaç kez köydeki okuluna gitmiş, kara tahtanın hemen sağ yanındaki kapı girişinde dizili tezeklerle ısınan koca sobanın etrafında toplanan öğrenciler arasına katmıştım kendimi.
Feride’nin bırakıp gittiği İstanbul, benim için yaz tatillerini geçirdiğimiz bir rüya şehriydi. Onun genç bir kızken terk ettiği ve hep özlemle andığı Erenköy ve Kazasker’e ben genç kızlığımın ilk günlerinde gelip yerleşmiş, kim bilir kaç kez onun ayak izlerine basa basa Erenköy İstasyonu’na yürümüştüm.  

BİR YANIM HEP FERİDE İDİ

Reşat Nuri Güntekin Çalıkuşu’nu 1922’de yazıp Vakit Gazetesi’nde yayınlamıştı önce, biliyorum. O günlerde Feride’nin tefrika halinde sunulan hikâyesi okurdan öyle büyük ilgi görmüş ki; hemen kitap halinde de yayınlanmış Çalıkuşu…

Ah Feride…
Seni anlatanlar hep ne diyor biliyor musun? “İyi eğitim görmüş, aydın ve idealist bir İstanbul kızı. Teyze oğlu ile evlilik hazırlığı yaparken onun gizli gönül ilişkisini öğrenip İstanbul’u terk ediyor. Anadolu’da öğretmenlik yaparak kırık gönlünü avutmaya çalışıyor.”

Sahi sen sadece aşk acısından gönlü kırık bir genç kız mısın Feride? Gururu ile aşkı arasında bocalayan inatçı bir Gülbeşeker  misin?

Yok yok… Benim gönlümde sen, hele hele yazıldığın günleri düşünecek olursak “Yeni bir kadın tipi” oldun Türkiye için. Osmanlı’nın son günlerinde, henüz Cumhuriyet ilân edilmemişken “Mektepten- Memlekete” akımının bir üyesi olarak kendisi de öğretmen ve müfettişlik yapmış Reşat Nuri Güntekin’in yüreğinden kopup yaratılmıştın.

Cesur… Elinde diplomasıyla Anadolu yollarına düşen, kimselerin gitmek istemediği biçare okullarda öğrenmeye aç, güzel yürekli çocuklara eğitim verme sevdasıyla yanıp tutuşan bir öğretmendin. Kabul ediyorum, İstanbul’dan kaçış nedenin Kâmran’dı ama Anadolu’da varoluşun çocuklarlaydı.

Satırlara dalıp, senin peşinde Anadolu’yu dolaşanlara ülkenin o günlerdeki halini, insanlarını nasıl da yalın anlatmışsındır.
Ben sende biraz da Anadolu’yu buldum Feride… Osmanlının son günlerindeki Anadolu’yu…

Hem, şu her gün yeni bir yangınla kavrulduğumuz çağı pek sevmem ben. Hep “Kurtuluş Savaşı döneminde yaşasaydım keşke” der dururum. Belki Efelerle Ege dağlarında olurdum o vakit, belki cephede su taşır dururdum.

Milli mücadele günlerinde yaşayan bir ezik karıncayı bile şanslı görürken ben; elbette senin o günlerde Anadolu’yu dolaşmana, yaralı askerlere Doktor Hayrullah Bey’le birlikte şifa dağıtmana gıpta edecektim; ettim de.
Ben seninle savaşta bir nefer oldum Feride…

Aman ha, “Ben hiç yaşamadım ki, bir kitap kahramanıyım sadece” deme bana. Öyle olsa, Kuşadası’nda öğretmenlik yaptığın hani Doktor Hayrullah Bey’in I. Dünya Savaşı çıkınca hastaneye dönüştürdüğü okulun var ya, işte orası, restore edilir miydi hiç? Bak herkes o taş binayı, “Feride’nin okulu” diye anıyor şimdi.

Ya satır satır defterine yazdığın aşkın. Kendine bile söylemekten kaçtığın, yüreğini kavuran, dudağını titreten, kırık bir kalple seni yuvandan koparıp gurbete düşüren “Sarı çıyana” olan aşkın Feride?
Çocuk yaşımda okuduğumda seni, bir masaldın; sonraki yıllarda gurur, kıskançlık, inat, kavuşma, eziyet, pişmanlık… Ne çok şeyle karşılaştım satırlarında.
Ben sende aşkın, tutkunun asil yanını buldum Feride.

Diyeceğim o ki sen Bursa, Zeyniler, Çanakkale, İzmir, Kuşadası dolaşıp dururken, kendini yalnız, kanadı kırık bir Çalıkuşu sanıyorken yani, ben hep senin elinden tuttum Feride…

(VATAN Kitap Eki'ndeki yazım)