17 Temmuz 2011 Pazar

ORTAK ACI


Yannis Spiropoulos (Yanni İspiroğlu)’nun dedeleri, Nüfus Mübadelesi’yle Nevşehir, Suvermez’den Selanik’e gitmişler. Benim dedemler de aynı günlerde Selanik Alasonya’dan kalkıp Türkiye’ye geldiler. Yannis dedelerinin başından geçenleri anlattıkça sanki kendi dedelerimin öyküsünü dinledim. Acılar da, kederler de, özlemler de ne kadar aynıydı…

                                   Yannis ile sohbet...

Selanik’te bir tuhaf gün yaşadım. Beynim, yüreğim karmakarışık oldu. Bir kafede Yannis’le oturup bir yandan Türk kahvelerimizi içiyorduk bir yandan da hikâyelerimizi dillendiriyorduk.  Benim anneannemler 1924’te mübadeleyle Selanik-Alasonya (Elasson)’dan Mersin’e gelmişlerdi. Yannis’in annesi, babası, dedeleri de Nevşehir- Suvermez’den Selanik’e…

Dedim ya tuhaftı… Onca sene benim sandığım hikâyemin neredeyse aynısını bir başkasından dinliyordum. Adlar değişiyordu, mekânlar değişiyordu, diller değişiyordu ama yaşanan acı da, çekilen özlem de aynıydı.

Yannis Spirapoulos (Yanni İspiroğlu) 79 yaşında. İlk karşılaştığımızda, “Ohh be, toprağımın insanı” diye sarılırken koca adamın gözleri yaşla doldu, sesi titredi. Ben ona içinde Türk Rakısı olan paketi uzattım, o bana sakız likörü olanı…

Heyecanlı bir andı.”Benim anne, baba geldi Suvermez’den, 1924. Ben burda doğdu.”diye başladı anlatmaya. “Gidiyorsun dediler, anneler ağladı çok. Trene koydular hepisi… İndiler Mersin’de. Orada Yunan gemi bindiler. Geldiler burda.”

Hemen araya girdim, “Benim dedemler, anneannemler de Alasonya’dan. Annem Türkiye’de doğdu. Bizimkiler Selanik’ten gemiye binip Mersin’e gitmişler. Oradan da Adana’ya…”
“Ah, orada cennet idi. Akrabalar yağ çıkarırdı orada, nasıl söylenir bezir yağ. Geldiler aynı iş yaptılar burda.”
“Alasonya’da çiftlikleri varmış dedemlerin. Ne zor değil mi Yannis? Bırakıp gelince ne yapmış annenler? Çok anlattılar mı sana memleketlerini? Anneannem ‘Alasonya Olimpos’un eteğindeydi’ derdi hep.”

“Anlatmaz mı? Deli olma... Çok ağladı benim anne. Büyükanne elbise dikti orda, getirdi sandıkla burda. Ona sarıldı sarıldı, ağladı. Gördüm ben. Benim anne on bir, baba on beş yaştaydı geldiler. Aynı köyden. Evlendiler burda.”
“Benim anneannem on beş, dedem on sekiz yaşındaymış. Alasonya’da evlenmişler. Senin anneler döndü mü, ziyaret etti mi sonra Suvermez’i?”
“Yok. Ama ben gitti. Evi buldu. Okulu… Kiliseyi gördü. Bahçeleri…”
“Ağladın mı?”
“Durmadaaaan. Gözlerim dere sanki. Hep duydum annemin sesi sokaklarda.”
“Ne derdi annen sana kızınca? Anneannem bize Rumca söylenirdi.”

“GÖZÜN KÖR OLSUN YANNİS”

Tam burada derin bir iç çekti Yannis. Belli ki çocuk zamanlarına dönmüştü bir an için. Sonra güldü… Dedim ya aynıydı hikâyeler. Benim anneannem kızınca Rumca bir şeyler söylerdi, anlamazdık. Sorsak da söylemezdi zaten. Yannis’in annesi ise ona Türkçe söylenirmiş. “En çok ‘Gözün kör olsun, yaramazzz’ diye kızardı” diyor Yannis.
“Ya sen çocuklarına Türkçe mi kızdın?”
“Ah be, ne kadar kaldıysa akılda o kadar konuştum hep. Şimdi televizyonda dizi var. Binbir Gece. Her akşam oturup seyrediyorum. Türkçe unutmamak için, iyi olur.”
“Ya yemekler? Ah anneannemin bir patlıcanlı böreği vardı ki sorma Yannis…”
“ Yaparız burda da. Açarız oklava ile ince hamur. Arada yağ, hamur, yağ… Ama benim anne çok yapardı sulu köfte.”
Kahveler bitiyor elbette. Ama daha anlatacak çok şey var. “Aydi be gidelim sokak. Selanik görelim” diyor Yannis. “Sonra da gideceğiz Neapoli. Dersek Türkçe Nevşehir…”


Selanik cehennem gibi yanıyor. Sokakta değil yürümek nefes almak bile zor. Ama Yannis, 79 yaşındaki, by-pass geçirmiş Yannis’te bir enerji ki sormayın. “Yavaş yürüsek” diyorum, “Tembel sen, yürü, acele… Göreceğiz Bedesten” diyor.
Görüyoruz.
Rotondo Kilisesi’ni (Hortacı Cami), Bey Hamamı’nı, Tumba Tepesi’ni… Bir zamanlar Selanik’ye yaşamış olan Türklerden kalan tüm cılız izlerin peşindeyiz. Ama iz dediğiniz nedir ki! Sadece kırmızı tuğlalı, kubbeli binalar mıdır?
Sorumun cevabını otoyoldaki levhalarda bulacağımı söyleseler inanır mıydım?

“GİDECEĞİZ YENİ MUDANYA’YA”

Yukarıda yazmıştım, Yannis’in dedeleri Nevşehir’in Suvermez Köyü’nden. Mübadele’yle Suvermez’den gelenler Selanik’in 60 kilometre dışındaki bir bölgeye yerleştirilmişler. Flogita denen bölgeye.
“Aydi” diyor Yannis, “Gidelim memlekete…”

Asfalt yolda pek de hız yapmadan, etrafı seyrederek yol alırken Yannis “Bu gördü köyler hepisi geldi Türkiye’den. Atalar hep Türkiye’den. Kurdular burda yeni memleket. O vakit (1924) Yunan halk bizimkilere ‘Turko’ diye söylerdi. Onların Rumca başka, Türkiye’den gelenlerin Rumca başka.  Anlaşma yok. Yunan vermedi toprak. Bir tek ev. Herkese aynı ev yaptı verdi. 1935 sonunda verdi toprak. Ama para istedi.”
“Yani toprağı sattı size öyle mi?”
“Doğruuu. Para yok, alacak. Çok çekti gelenler.”
Tam da o anda kocaman bir tabela çıkıyor karşımıza: Nea Moudania. “Ne yazar bilirsin burda?”
“Dur okuyayım Yannis: Nea Moudania… Aaa Mudanya gibi.”
“Odur. Mudanya’dır. Gelenler kurdu yeni Mudanya.”
Sonra tabelalar çoğaldı. Silada (Zile), Malakopi (Derinkuyu), Andauli (Niğde), Simandra (Semendere)
“Bilirsin bizim köy neden Suvermez denir?”
“Bilmem Yannis, neden?”
“Çok zaman önce geldi bir seyyah. Dolaştı köyde. Çok zaman önce. Bir bardak su istedi. Ama orası susuz. Köylü verdi suyu istedi para. Sattı suyu. Seyyah yazdı deftere ‘Buradakiler su vermez’ diye… İşte şimdi Suvermez’e geldik.”

Üç katlı bir apartmanın orta katındaki bir daireye giriyoruz. Bu bölge haritalarda Halkidiki diye gösteriliyor. Uçsuz bucaksız kumsalı, insanın aklını alacak kadar berrak denizi ve balığıyla ünlü tatil beldesi. Fakat girdiğimiz dairenin her yanına Anadolu’dan gelen hatıralar serpiştirilmiş. Yemeniler, tahta kaşıklar, keçe mintanlar, duvarda asılı halılar ve elbette fotoğraflar. Burası Selanik Suvermez’deki ‘Nevşehir Severmez Müzesi.” İki Maria ve Osia karşılıyorlar bizi. Heyecanla sarılıp baş köşeye oturtuyorlar.
Yannis duvardaki fotoğraflarda kendisini, babasını bulup gösteriyor. “Bizim burda Suvermez ile Nevşehir Suvermez kardeş oldu. Biz gittik, oynadık, şölen yaptık. Burda zaman gelir yemekli şölen yaparız.”
Tam da o anda Maria bir sürü fotoğrafı uzatıyor. En üstte kazan karıştıran yaşlı bir kadının fotoğrafı var.
“Kim bu?”diyorum.
“Anastasia Tete. Altı yaştaydı geldi burda. Ama artık çok hasta. O öğretti her yemeği bizim kızlara.”

“Ne yemekler yapıyorsunuz en çok?”
“En çok Piluguri”
Piluguri, piluguri… Arka arkaya söyleyince anlaşılıyor; bulgur… “Çemen” diyor Maria, “Karıştırma, pastırma, manti, tarhana…”Hepsini Türkçe söylüyor. Anadolu’da söylendiği biçimiyle, değişmeden yemek isimlerini sıralıyor.
Nevşehir’e gittiklerinde aynı yemekleri yemişler, aynı geleneksel giysilerle dans etmişler ve her biri özlem dolu gözyaşı dökmüş.
Yannis diyor ki, “Ben şanslı. Gördü ana-baba topraklarını. Evi buldu. Suyu içti.”
Diyorum ki, “Bizimkiler bir daha Alasonya’yı hiç görmedi. Onların gözü olup ben baktım Olimpos’a. Ama yetmez ki Yannis, Hasret, özlem bitmez ki.”
Yannis başlıyor ağlamaya.
Ben?
Ne gerek var ki yazmaya…

2 yorum:

nihavent renkler dedi ki...

çok güzel bir yazı olmuş,nerdeyse ben de ağlayacağım :)

Adsız dedi ki...

bende bir suvermezli olarak oraya gidip yannis amcayla tanışmak isterdim doğrusu.....