21 Temmuz 2011 Perşembe

BOĞAZ'ın YALI CAMİİLERİ

Öyle güzel, öyle özeller ki…
Kimi orta yerde, kimi kuytuda.
Kiminin yüzüne doğuyor güneş, kimi günü turuncuya dönen pencereleriyle uğurluyor. Aralarında bir iş bölümü mü var bilinmez ama sanki hepsinin içinden Boğaz akıp gidiyor.

Boğaz’ın kıyısındayım. Gözüm, gönlüm bir Rumeli Yakası'nda, bir Anadolu… An geliyor Ortaköy Camii’nin avlusunda yürüyen yengeci takip ediyorum, an geliyor Kuzguncuk’taki Üryanizade Camii’nin altındaki kayıkhaneden Boğaz’a akıyorum.
Tuhaf bir duygu; bir yanım huşu içinde Tanrı’yı arıyor, bir yanım bu büyüleyici güzellikte Tanrı’yı buluyor.

Koca şehir Ramazan’a hazırlanıyor; biliyoruz. İftar çadırları kuruldu kurulacak, büyük camilerin minarelerine asılacak mahyalar çoktan bakımdan geçti, eksik ampuller yenilendi.
Ama ben bu kez tarihi yarımadadaki görkemli camileri bir yana bırakıp Boğaz’a gidiyorum. 'Her iki yakada, temelleri Boğaz’ın akıp giden suyuyla yıkanan, mütevazı Osmanlı camileri ne durumdadırlar' diye meraktayım.

Boğaz’ın tuzlu suyu mu yıpratır yorgun bedenlerini yoksa ancak cuma namazlarında birkaç kişinin gelmesiyle açılan asırlık kapıların yalnızlığı mı? Soracağım.

Öyle sessiz, öyle sakinler ki ihtimal bir yanıt alamayacağım; ne gam… Bu yazıdan sonra fazladan bir kişi ziyaret etse; asırlık tahta duvarlarına bir yabancı yaslansa, mihrap dibinde öylece bekleyen tespihlere bir el uzansa, her daim Boğaz suyuyla ıslak avlularda dolaşanlar olsa…

İşte bununla avunacağım.
E hadi o vakit...


 Emirgan Hamid-i Evvel Camii
Bahçesindeki dev manolya ağacı mı anlatır yaşını, ana kapısına Ta’lik hatla yazılmış kitabedeki 1781 mi?

Yeşil, siyah yağlıboya ile boyanmış sütunlara mı sormalı eski Ramazanları, her sütuna iliştirilmiş tespihlere mi?
Taş ve tuğla duvarlarda ya da caminin temelinde, Revan seferinden dönen Emirguneoğlu Yusuf Paşa’nın köşkünü mü aramalı yoksa?
Kalem işleriyle zenginleştirilmiş mihrap mı alıp götürür bizi asırlar önceye, çiçek, yaprak ve kıvrık dal motifli minber mi?
Bakmayın siz şimdi önünden arabaların geçtiğine, I. Abdülhamit genç yaşta ölen şehzadelerinden Mehmed ve onun annesi Hümaşah için bu camiyi yaptırdığında Boğaz’ın yanı başındaydı.
Öyleyse Doğru Muvakkithane Sokağı’nın köşesinden İstanbul’u seyreden tek minare mi fısıldar bizlere burada bir zamanlar hamam, fırın ve külliye olduğunu, kıbleyle Boğaz’ı aynı yönde gösteren halı desenleri mi?
 Vaniköy Camii
İmamı Bayram Göktepe diyor ki, önündeki çınar ağacı camiinin inşaatı başladığı gün dikilmiş. Şimdi, Vaniköy Camii’nin önünde dev bir anıt gibi duran çınar ağacı demek ki tam 343 yaşında…


Öyle ya, camiyi Vani Mehmet Efendi 1665’te yaptırmış. Koca semte adını veren Vani Efendi, 4.Mehmet zamanında, Hünkâr şeyhi sanıyla sarayda nüfuslu bir zat. Peygamber soyundan. Kendisi Vanlı olduğundan ‘Vani’ olarak anılırmış. I. Mahmut, hünkâr mahfili ilave etmiş, kâgir duvarlı, kırma çatılı bir yapı Vaniköy Camii. Denize bakan kadınlar bölümünün dış yüzeyi ahşap. Kırmızı minaresinin pabuç, şerefe ve külah altı beyaz...
 Hacı Kemalettin Camii (Rumelihisarı)
Bu şehirden başka nerede, üst katınızda cami varken siz oturup mantı ya da çiğ börek yiyebilirsiniz? Ya da en güzel aşk şarkıları Hisar’da yankılanırken, sırtınızı musalla taşına verip Boğaz vapurunun beyaz dalgasıyla gönlünüzü hoş edersiniz? Rumelihisarı’ndaysanız mümkün.


Zira Hacı Kemalettin Camii ve çevresi böyle bir yer. Mescit olarak yaptırılan bu yer, 1743’te I. Mahmut tarafından camiye dönüştürülmüş.
Bunu, caminin kapısındaki 1159 Rûmi tarihli kitabeden anlıyoruz: "Cami-i vâlâyı Sultanı zaman Mahmud Han."
Duvarları taş ve tuğladan, çatısı ahşap, minaresi taştan. Zemin katında ise şu an cafe-restoran olarak kullanılan, tonozlu bir bölüm yer alıyor. Burası aslında yedi adet kemer şekilde düşünülmüş kayıkhane. Caminin ahşap çatısı Marsilya kiremidi ile kaplı. Kubbe aramayın bu camide; yok. Camiye adını veren Hacı Kemalettin’le ilgili bilgi de yok ancak Ayvansarayi Hafız Hüseyin Efendi (1865) ‘Hadikat-el Cemâvi’ isimli kitabında kabrinin de orada olduğunu yazar.
Üryanizade Camii (Kuzguncuk)

 Yok, kimse kızmasın, alınmasın, günah demesin…

Yok, bu camiye adımımı atar atmaz hissettiğimi sizden gizleyecek değilim.
Vallahi de billahi de inanın camii gibi değil burası; denizin üstüne kondurulmuş bir mücevher kutusu, bir deniz feneri daha çok.
Minicik, birkaç basamakla üst kata çıkarken ‘aman zarar görmesin’ diye dikkatlice atıyorsunuz adımlarınızı.
Üst kat… Pencereyi açın, oltayı sallandırın, altınız deniz, dibiniz kayıkhane. Bahçesindeki incir ağacı sanki ondan yüksek. ‘40 günde tamamlanan camii’ diyorlar, doğru. Öyle narin, öyle güzel ve küçük ki… Sarılıp sarmalanması, korunması gerek. Kuzguncuk’tan Beylerbeyi’ne gelirken, Nakkaş Mezarlığı’nın dibinde, ahşap oymalı minaresine hayran olmamak mümkün mü? 1860’da Cemil Molla mescit olarak yaptırmış, 1889’da ise Üryanizade Ahmet Efendi camiye dönüştürmüş.
Ortaköy Camii: (Büyük Mecidiye Camii)

"Boğaziçi’nin Rumeli yakasında, Güney’i ve Batı’sı denizle çevrili, Boğaz’a uzanan küçük burun üzerinde…"
Onu anlatan bir yazı böyle başlıyor. Kentin anıtsal dokusunun Boğaziçi’ne uzandığı yıllarda Sultan I. Abdülmecit, Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırdıktan sonra Nigogos Balyan’a Ortaköy Camii’ni de ısmarlıyor. İnşaat 1853’te başlıyor, 1855’te bitiyor. Ortaya Barok mimarinin eşsiz bir eseri çıkıyor. Ve Sultan, Dolmabahçe rıhtımından saltanat kayığına binip Ortaköy Camii’ne geliyor; namaz için. Beyaz, kesme taştan yapılmış duvarlarından, geniş ve yüksek pencerelerinden kendinizi alabilirseniz; caminin neredeyse kubbesine yakın bir yerde, Boğaz’a nazır, her sene filizlenen incir ağacını görüp şaşarsınız. O kadar özel bir mekân ki, Ortaköy barlar sokağıyla iç içe. Oysa biliyoruz ki okul ve cami yakınında içki satmak yasaktır. Ortaköy Camii’nin kendine has bir özelliği de bu olsa gerek. 1984’teki yangından sonra özgün parçaları büyük ölçüde değişmiş olsa da caminin içine girenler Abdülmecit’in eseri olan Allah, Muhammed, Ömer, Ali, Ebubekir, Osman, Hasan ve Hüseyin yazılarını görebiliyor ve her pencereden Boğaz akıp duruyor.

Boğaz kabarık olduğunda, önünde kıçtankara bağlı teknelerin urganları, caminin musalla taşına tutturuluyor desem.
Yetmese. Yosun tutmuş avlu taşlarına yaslansanız; sağınıza Kuleli Askeri Lisesi’ni alıp yüzünüzü Boğaz’a verseniz ve ılık esen rüzgar size asırlık hatıraların rayihasıyla bezenmiş bin bir kokuyu taşısa…
Hicri 1253 yazsa tabela ve küçük bir hesap yapıp caminin 153 yaşında olduğunu bulsanız. Cami imamı Osman Keskin, çekinerek dokunsa ahşap duvarlara ve bir o kadar da övünerek "Bu boyayı rahmetli Sakıp Sabancı İtalya’dan getirtmişti. Denizin dibindeyiz diye boya çabuk dökülüyor, tahtalar çürüyor. Özel bir boyaymış bu, kökboyası. 10 sene garantiliydi 12 sene geçti daha yeni yeni dökülmeler başladı. Halıları da Isparta’da özel dokuttu." dese…
Ne camiye adını veren, Lale Devri’nde kaptan-ı deryalık yapmış olan, Nevşehirli İbrahim Paşa’nın damadı Kaymak Mustafa Paşa kalır aklınızda, ne bir defalık caminin bakımını yaptıran Sabancı Holding. Yeşile boyalı demir korkuluklara yaslanıp; sessiz ve kimsesiz caminin hüznünü Boğaz’ın suyuyla yıkarsınız.
Ah o an ne çok şey kayıp gider gözünüzden, gönlünüzden...
Sabancı Vakfı Camii (Kuleli Kaymak Mustafa Paşa Camii)

Hiç yorum yok: