9 Temmuz 2011 Cumartesi

BEN BİRAZ DA SENDİM FERİDE


Geçen hafta telefonum çaldı, açtım. Buket’ti arayan:
“En sevdiğin kitap?”
Dan diye soruverdi. Buket bu, evelemeden gevelemeden hedefe yönelik sorar, işte yine nokta atışı yapmıştı. Sanırım onun soruyu sorduğu saniyenin içinde –teknik olarak mümkün olmayabilir ama ben yine de öyle hissettim- cevap verdim; “Çalıkuşu.”
Düşünsem belki başka kitapları da sıralayabilirdim ama beynimden önce yüreğim konuşmuştu yine; ne güzel.

“Tamam o zaman. Bu ay tam 8. yılımızı dolduruyoruz ya. Bu nedenle de “8. yıl özel sayısı yapalım” dedik. Proje şu: herkes en sevdiği kitabı yazacak.”
“Düşünüp karar vereyim” diye oyalansam zorlanır, hayat biriktirdiğim onca kitaptan birini seçmekte bocalardım, doğru… Ama Buket “dan” diye sorunca ben de “şak” diye cevap vermiştim işte.  



Telefonu kapatıp kütüphaneme yürüdüm. Onca kitabın içinden en harap, en yıpranmış olanını çekip aldım.  Ah kim bilir hangi acemi dokunuşlarla yaptığım cilt çoktan yıpranmış, kitabın tozpembesi kapağını zar zor tutuyordu. Sayfalar darmadağın olmuştu.

Reşat Nuri Güntekin; Çalıkuşu.

Gelişigüzel bir sayfayı açtım: “ ‘Kuşadası’na gider misiniz?’ dedikleri vakit, birden sevinmiş, kendi kendime ‘Kuşadası, benim adım, bu kadar zamandır aradığım saadeti, gönül rahatımı mutlaka orada bulacağım’ demiştim.”

Feride yine yanıma gelivermişti işte; hem her defasında böyle olmuyor muydu?

SALINCAKTAN DEĞİL, HAYATTAN KORKARDIM

Çalıkuşu’nu defalarca okudum ben. Çocukken, lisedeyken, genç kızken, sonra, sonra, sonra; dedim ya defalarca. Hatta şu satırları yazmaya başlamadan önce bir kez daha…
İyi de neden okudum?

Feride’de hep biraz da kendimi buldum zira. Evet, doğrusu bu. Feride gibi, Feride kadar yaramazdım ben de. Günlük mekânım ağaç tepeleriydi. Bağda, bahçede, hayvanlar arasında geçerdi zamanım. Ottan yatak yapar, yatardım.

Duygusaldım, hatıra defteri tutardım, salıncaktan değil hayattan korkardım.

Onun liseyi bitirip düştüğü Anadolu yolları benim uçarı çocuk gönlümü eğlemişti kaç sene…
Feride’nin Anadolu’nun ücra köşelerinde öğretmenlik yapması, hele at arabasıyla aştığı yollar, gördüğü evler, okuttuğu çocuklar, derme çatma okullar hiç şaşırtmamıştı beni. Feride o köy okullarına 1920’lerde gitmişti, ben 1960- 1970 yıllarında. Tarih farklıydı da manzara ne yazık ki aynıydı.

İlkokul öğretmeni annemin elinden tutup, henüz okul çağında bile değilken kaç kez köydeki okuluna gitmiş, kara tahtanın hemen sağ yanındaki kapı girişinde dizili tezeklerle ısınan koca sobanın etrafında toplanan öğrenciler arasına katmıştım kendimi.
Feride’nin bırakıp gittiği İstanbul, benim için yaz tatillerini geçirdiğimiz bir rüya şehriydi. Onun genç bir kızken terk ettiği ve hep özlemle andığı Erenköy ve Kazasker’e ben genç kızlığımın ilk günlerinde gelip yerleşmiş, kim bilir kaç kez onun ayak izlerine basa basa Erenköy İstasyonu’na yürümüştüm.  

BİR YANIM HEP FERİDE İDİ

Reşat Nuri Güntekin Çalıkuşu’nu 1922’de yazıp Vakit Gazetesi’nde yayınlamıştı önce, biliyorum. O günlerde Feride’nin tefrika halinde sunulan hikâyesi okurdan öyle büyük ilgi görmüş ki; hemen kitap halinde de yayınlanmış Çalıkuşu…

Ah Feride…
Seni anlatanlar hep ne diyor biliyor musun? “İyi eğitim görmüş, aydın ve idealist bir İstanbul kızı. Teyze oğlu ile evlilik hazırlığı yaparken onun gizli gönül ilişkisini öğrenip İstanbul’u terk ediyor. Anadolu’da öğretmenlik yaparak kırık gönlünü avutmaya çalışıyor.”

Sahi sen sadece aşk acısından gönlü kırık bir genç kız mısın Feride? Gururu ile aşkı arasında bocalayan inatçı bir Gülbeşeker  misin?

Yok yok… Benim gönlümde sen, hele hele yazıldığın günleri düşünecek olursak “Yeni bir kadın tipi” oldun Türkiye için. Osmanlı’nın son günlerinde, henüz Cumhuriyet ilân edilmemişken “Mektepten- Memlekete” akımının bir üyesi olarak kendisi de öğretmen ve müfettişlik yapmış Reşat Nuri Güntekin’in yüreğinden kopup yaratılmıştın.

Cesur… Elinde diplomasıyla Anadolu yollarına düşen, kimselerin gitmek istemediği biçare okullarda öğrenmeye aç, güzel yürekli çocuklara eğitim verme sevdasıyla yanıp tutuşan bir öğretmendin. Kabul ediyorum, İstanbul’dan kaçış nedenin Kâmran’dı ama Anadolu’da varoluşun çocuklarlaydı.

Satırlara dalıp, senin peşinde Anadolu’yu dolaşanlara ülkenin o günlerdeki halini, insanlarını nasıl da yalın anlatmışsındır.
Ben sende biraz da Anadolu’yu buldum Feride… Osmanlının son günlerindeki Anadolu’yu…

Hem, şu her gün yeni bir yangınla kavrulduğumuz çağı pek sevmem ben. Hep “Kurtuluş Savaşı döneminde yaşasaydım keşke” der dururum. Belki Efelerle Ege dağlarında olurdum o vakit, belki cephede su taşır dururdum.

Milli mücadele günlerinde yaşayan bir ezik karıncayı bile şanslı görürken ben; elbette senin o günlerde Anadolu’yu dolaşmana, yaralı askerlere Doktor Hayrullah Bey’le birlikte şifa dağıtmana gıpta edecektim; ettim de.
Ben seninle savaşta bir nefer oldum Feride…

Aman ha, “Ben hiç yaşamadım ki, bir kitap kahramanıyım sadece” deme bana. Öyle olsa, Kuşadası’nda öğretmenlik yaptığın hani Doktor Hayrullah Bey’in I. Dünya Savaşı çıkınca hastaneye dönüştürdüğü okulun var ya, işte orası, restore edilir miydi hiç? Bak herkes o taş binayı, “Feride’nin okulu” diye anıyor şimdi.

Ya satır satır defterine yazdığın aşkın. Kendine bile söylemekten kaçtığın, yüreğini kavuran, dudağını titreten, kırık bir kalple seni yuvandan koparıp gurbete düşüren “Sarı çıyana” olan aşkın Feride?
Çocuk yaşımda okuduğumda seni, bir masaldın; sonraki yıllarda gurur, kıskançlık, inat, kavuşma, eziyet, pişmanlık… Ne çok şeyle karşılaştım satırlarında.
Ben sende aşkın, tutkunun asil yanını buldum Feride.

Diyeceğim o ki sen Bursa, Zeyniler, Çanakkale, İzmir, Kuşadası dolaşıp dururken, kendini yalnız, kanadı kırık bir Çalıkuşu sanıyorken yani, ben hep senin elinden tuttum Feride…

(VATAN Kitap Eki'ndeki yazım)     


Hiç yorum yok: