Bugün acayip bir korkuya düştü yüreğim.
Nedenini bilmiyorum; bir anda içim daraldı.
Durup dururken.
Öyle ki, tarifini bile yapamıyorum bunun.
Kendime sorular sordum; cevabı yoktu çoğunun.
Bulduğum cevaplarsa sorularla uyuşmadı; kopuktum.
Arada bir yerde; öylece ve galiba biraz da yorgundum.
Uyusam; her şey düzelecekti sanki...
Senin “kaçış” dediğin, bana sonsuzmuş gibi görünen, zamansız uykulardan birisine kapanırken gözlerim; bir bulutun içinden anneannem çıkageldi.
O minik ve cılız vücuduyla yatağımın yanında dikildi bir müddet; sonra burnunu kırıştıran gülümsemesini sesine yükleyip, “Haydi dört yapraklı yonca aramaya gidiyoruz” deyiverdi.
Çocuktum o an.
Dizimde kabuğu fena halde kaşınan yaram duruyordu; saçlarım bir erkek çocuğununki kadar kısa, yanaklarım bir tavşanınki kadar tombul, yüreğim; sanki şimdikinden daha genişti.
Sıçradım yatağımda bağdaş kurdum.
Elim, titremesini hep hissettiğim sıcak ve çatlak dolu avucunun içinde; bekledim.
Sahi sen yoncayı bilirsin değil mi? Unuttum senin şehirde geçen çocukluğunu...
Ama bilirsin değil mi yoncayı...
Hem kim bilmez ki...
Hani şu her yerde, kendiliğinden biten ot; ortaya bir minik nokta koy, o noktaya yapışık üç minik yaprak çiz. İşte o...
Biliyor musun biz anneannemle bazı günler dört yapraklı yonca aramaya giderdik; eskiden.
Ben çocukken.
Şimdi yeniden, yanıma gelip “haydi” diyor, “dört yapraklı yonca aramaya...”
Bir bildiği var mutlaka; bana bir şey söylüyor.
“Dört yapraklı olmaz ki yonca anneanne” demek istemiyorum, ama yonca dört yapraklı olmaz ki.
“Hiç bulamadık biz; kaç defa aramıştık” demek istemiyorum.
Ama gözlerim kapanıyor, uyumak istiyorum...
Birazcık uyuyayım, birazcık...
Neresiyle o sığınak, orada, öylece, birazcık...
Uyum...
Komşu bağlara gittik anneannemle. Bembeyaz soket çorabım yeşile boyanana kadar dolaştım yoncaların arasında.
Parmak uçlarıma uç uç böcekleri kondu, “uuç, uuç, uç böceğiiim, annen sana terlik pabuç alacaaaaaak” diye fısıldadım kulağına, nefesim ince kanatlarını araladı; havalandı.
Ballıbabaların balını yedim.
Solucanları topraktan çekip avucumda gezdirdim.
Karıncaları yarıştırdım, minikler yolu şaşırdı, dizime kadar hep eşek karıncaları önce tırmandı.
Arılardan kaçtım.
Anneannem daha önce hiç duymadığım bir Rumeli Türküsü’nü öğretti bana.
Dut yaprağı topladım ipek böceklerim için.
Derenin çamurundan acayip suratlar yaptım; korkunç oldular ama yine de güneşe serdim kurusunlar diye...
Komşu bağlara gittim anneannemle. Dört yapraklı yonca aradım bütün gün. Yorulduğumuzda otların üstüne oturup, koca bir ayçiçeğini çitledik; kınalı kuşlara da verdik ama...
Paçalarımı sıvayıp derenin yanına indim sonra.
Ben adım attıkça su, çamurdan bulandı, uzaktaki kurbağaları gördüm; anneannem korkudan bağırdı ama yine de salkım dallarını örüp bana komik bir olta yaptı.
Derede balık yoktu galiba, hiç tutamadım; vazgeçtim avcılıktan kurbağa yavrularını kovaladım.
Ekmekleri ufalayıp tepeli tarla kuşlarına bıraktım; bir de baktım, kırıntılar uygun adım marş yola çıktılar; karıncalar iş başındaydı, anladım.
Bulutları seyrettik bir ara.
Anneannemle bulutlara isim taktık; bir tanesi kocaman bir gemi gibiydi, denize açıldık.
Islık çalmayı öğrendim birden, hiç kimse öğretmeden.
Akşam oldu diye eve döndük; hem “Hayat bilgisi” ödevim vardı yapılacak; üstelik iki dosya kağıdı dolacak...
“Ne yazacağım anneanne; o kadar sözü nereden bulacağım?”
“Dört yapraklı yonca aradık ya beraber, onu yaz kızım.”
Oturdum yazdım:
“Bugün anneannemle biz, dört yapraklı yonca aradık. Bir sürü şey yaptık ama dört yapraklı yoncayı bulamadık.”
“Bu-la-ma-dı...”
Ama, dur bir dakika, dur, dur...
Bekle biraz, hay Allah.
Şimdi anladııııım, ahh benim çocuk aklım, dördüncü yaprağı “yaprak” sanan yanım.
Anneannneeeeeeeee; buldum, öğrendim
Dördüncü yaprak, yaprak değildi değil mi?
Öyle ya, biraz kuştu, biraz karınca, buluttu, ay çiçeğiydi, çamurdu, dereydi, ıslıktı, yeşildi, sarıydı, maviydi...
Yaprak diye aradığım şey, avucumun içindeydi, gözümün önünde, soluğumda, derimde, terimdeydi.
Uç, uç böceğiydi, balıktı, çimendi, yaşlı ninemin sıcak ve güvenli avucuydu, kısa saçlarım, dizime kadar sıvanmış paçalarım, çıplak ayaklarımdı.
Son kısmını bir türlü öğrenemediğim Rumeli Türküsü’ydü, beyaz peynir, domates ve taze naneli öğle yemeğimdi...
Yoncanın dördüncü yaprağı, kim bilir belki de yüreğimdi.
Ve mutlaka yaşamın ta kendisi...
Anladım anneanne, anladım...
(Kuytuda Büyür Hayat isimli kitabımdan..."