29 Nisan 2011 Cuma

YONCA YAPRAĞI


Bugün acayip bir korkuya düştü yüreğim.
Nedenini bilmiyorum; bir anda içim daraldı.
Durup dururken.
Öyle ki, tarifini bile yapamıyorum bunun.

Kendime sorular sordum; cevabı yoktu çoğunun.
Bulduğum cevaplarsa sorularla uyuşmadı; kopuktum.
Arada bir yerde; öylece ve galiba biraz da yorgundum.
Uyusam; her şey düzelecekti sanki...

Senin “kaçış” dediğin, bana sonsuzmuş gibi görünen, zamansız uykulardan birisine kapanırken gözlerim; bir bulutun içinden anneannem çıkageldi.

O minik ve cılız vücuduyla yatağımın yanında dikildi bir müddet; sonra burnunu kırıştıran gülümsemesini sesine yükleyip, “Haydi dört yapraklı yonca aramaya gidiyoruz” deyiverdi.

Çocuktum o an.
Dizimde kabuğu fena halde kaşınan yaram duruyordu; saçlarım bir erkek çocuğununki kadar kısa, yanaklarım bir tavşanınki kadar tombul, yüreğim; sanki şimdikinden daha genişti.
Sıçradım yatağımda bağdaş kurdum.

Elim, titremesini hep hissettiğim sıcak ve çatlak dolu avucunun içinde; bekledim.
Sahi sen yoncayı bilirsin değil mi? Unuttum senin şehirde geçen çocukluğunu...
Ama bilirsin değil mi yoncayı...
Hem kim bilmez ki...
Hani şu her yerde, kendiliğinden biten ot; ortaya bir minik nokta koy, o noktaya yapışık üç minik yaprak çiz. İşte o...

Biliyor musun biz anneannemle bazı günler dört yapraklı yonca aramaya giderdik; eskiden.
Ben çocukken.
Şimdi yeniden, yanıma gelip “haydi” diyor, “dört yapraklı yonca aramaya...”

Bir bildiği var mutlaka; bana bir şey söylüyor.
“Dört yapraklı olmaz ki yonca anneanne” demek istemiyorum, ama yonca dört yapraklı olmaz ki.
“Hiç bulamadık biz; kaç defa aramıştık” demek istemiyorum.
Ama gözlerim kapanıyor, uyumak istiyorum...

Birazcık uyuyayım, birazcık...
Neresiyle o sığınak, orada, öylece, birazcık...
Uyum...

Komşu bağlara gittik anneannemle. Bembeyaz soket çorabım yeşile boyanana kadar dolaştım yoncaların arasında.

Parmak uçlarıma uç uç böcekleri kondu, “uuç, uuç, uç böceğiiim, annen sana terlik pabuç alacaaaaaak” diye fısıldadım kulağına, nefesim ince kanatlarını araladı; havalandı.
Ballıbabaların balını yedim.
Solucanları topraktan çekip avucumda gezdirdim.
Karıncaları yarıştırdım, minikler yolu şaşırdı, dizime kadar hep eşek karıncaları önce tırmandı.
Arılardan kaçtım.

Anneannem daha önce hiç duymadığım bir Rumeli Türküsü’nü öğretti bana.
Dut yaprağı topladım ipek böceklerim için.
Derenin çamurundan acayip suratlar yaptım; korkunç oldular ama yine de güneşe serdim kurusunlar diye...
Komşu bağlara gittim anneannemle. Dört yapraklı yonca aradım bütün gün. Yorulduğumuzda otların üstüne oturup, koca bir ayçiçeğini çitledik; kınalı kuşlara da verdik ama...

Paçalarımı sıvayıp derenin yanına indim sonra.
Ben adım attıkça su, çamurdan bulandı, uzaktaki kurbağaları gördüm; anneannem korkudan bağırdı ama yine de salkım dallarını örüp bana komik bir olta yaptı.
Derede balık yoktu galiba, hiç tutamadım; vazgeçtim avcılıktan kurbağa yavrularını kovaladım.
Ekmekleri ufalayıp tepeli tarla kuşlarına bıraktım; bir de baktım, kırıntılar uygun adım marş yola çıktılar; karıncalar iş başındaydı, anladım.

Bulutları seyrettik bir ara.
Anneannemle bulutlara isim taktık; bir tanesi kocaman bir gemi gibiydi, denize açıldık.

Islık çalmayı öğrendim birden, hiç kimse öğretmeden.

Akşam oldu diye eve döndük; hem “Hayat bilgisi” ödevim vardı yapılacak; üstelik iki dosya kağıdı dolacak...
“Ne yazacağım anneanne; o kadar sözü nereden bulacağım?”
 “Dört yapraklı yonca aradık ya beraber, onu yaz kızım.”

Oturdum yazdım:
“Bugün anneannemle biz, dört yapraklı yonca aradık. Bir sürü şey yaptık ama dört yapraklı yoncayı bulamadık.”
“Bu-la-ma-dı...”
Ama, dur bir dakika, dur, dur...
Bekle biraz, hay Allah.
Şimdi anladııııım, ahh benim çocuk aklım, dördüncü yaprağı “yaprak” sanan yanım.
Anneannneeeeeeeee; buldum, öğrendim

Dördüncü yaprak, yaprak değildi değil mi?
Öyle ya, biraz kuştu, biraz karınca, buluttu, ay çiçeğiydi, çamurdu, dereydi, ıslıktı, yeşildi, sarıydı, maviydi...
Yaprak diye aradığım şey, avucumun içindeydi, gözümün önünde, soluğumda, derimde, terimdeydi.
Uç, uç böceğiydi, balıktı, çimendi, yaşlı ninemin sıcak ve güvenli avucuydu, kısa saçlarım, dizime kadar sıvanmış paçalarım, çıplak ayaklarımdı.
Son kısmını bir türlü öğrenemediğim Rumeli Türküsü’ydü, beyaz peynir, domates ve taze naneli öğle yemeğimdi...

Yoncanın dördüncü yaprağı, kim bilir belki de yüreğimdi.
Ve mutlaka yaşamın ta kendisi...
Anladım anneanne, anladım...

(Kuytuda Büyür Hayat isimli kitabımdan..."

27 Nisan 2011 Çarşamba

FİDEL ve GABO... Ölüm ayırana dek



Gabriel Garcia Marquez ile Fidel Castro’nun 1970’lerin sonunda başlayan dostluğunu anlatan “Gabo ve Fidel” yüzyılın bu iki karizmatik karakterini en yalın halleriyle okurla buluşturuyor.


1996’da, Kolombiya’da düzenlenen gazetecilik seminerinden:
“Fidel bu dünyada en çok sevdiğim insanlardan biridir.”
“Ama o bir diktatör”
“Demokratik olmanın yegâne biçimi seçimler değildir.”
Neden Castro’nun fahri danışmanı gibi hareket ediyorsunuz?”
“Çünkü o benim dostum. İnsan dostları için her şeyi yapmalı…”


Küba’da deniz kenarı. Uzayıp giden iskelede iki katlı tekne bağlı; pek net değil. Önde sarmaş dolaş iki adam. Gabo ve Fidel. Gabo’nun kolundaki saati bir dedektif gibi inceledim, günün hangi anındalar, anlayayım istedim; olmadı. Saat de net değil…

Fidel, Rodrigo Castano Valencia’nın objektifine değil de fotoğrafçının yanında olup bitene baktığından göz göze gelemedik, “bir şeyi mi araştırıyor, huzursuz mu yoksa rahat mı?” net değil. Ve Gabo, sağ koluyla Fidel’in belini kavramış, bakışları ve gülüşü objektifte… Fidel şortlu, Gabo’nun gömleği öyle uzun ki şort mu giymiş, mayo mu net değil…

Ah, elbette eklemeliyim, Gabo dediğim Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez, Fidel de kuşkusuz Küba’nın yaklaşık elli yıldır iktidarda olan karizmatik lideri Fidel Castro.
Sevgili okur, bir fotoğrafla ilgili ne çok “net değil” dedim değil mi? Ama az sonra kimi satırlarını sizinle paylaşacağım kitabı anlatırken de aynısını yapacağım, hazır olunuz. Neden mi?

Zira kitapta ancak iki kişiden birisinin ölümüyle bitecek bir dostluk anlatılıyor da “dostluk” pek net değil. Gabo’nun Nobel aldığı günleri anlatan satırları okuduğumuzda yüreğimizi bir kurt kemirmeye başlıyor; ‘siyasi ilişkiler mi, edebi başarı mı’ net değil. Fidel’in Küba’sı gerçekte ne kadar cennet; o zaten net değil…

Neyse gelin biz Angel Esteban ve Stephanie Panichelli’nin Doğan Kitap tarafından yayınlanan “Gabo ve Fidel- Gabriel Garcia Marquez ve Fidel Castro: Bir Dostluğun Hikâyesi” kitabına dönelim.
“Aşığız biz.” diyor kitabın yazarları ve ekliyorlar: “Biz Küba’ya ve iyi edebiyata aşığız. Küba 16.yüzyıldan itibaren ‘Taşı toprağı altın yer’ oldu; 19. yüzyıldaysa ‘En çok arzulanan’. İlk başta şekeri ve tütünü cezp etti, daha sonra da sahilleri ve iklimi. İspanya onu kaybetmek istemiyor, Birleşik Devletler ise onu elde etme niyetinden hiç vazgeçmiyordu.

Küba’nın tarihi işte bu; ne bir eksik, ne bir fazla. Ve tam ortasından da bir devrim. Ne sana ne de bana ait. Ya bu gerçekten Kübalıların devrimi miydi? Votka yılları ve Lada marka arabalar insanın içine şüphe düşürüyor.”

Gördünüz değil mi yazarlar daha ilk satırlarda Küba Devrimi konusunda kalbimize çentik atıyorlar ve her yeni sayfayla yeni şüphelere doğru yol alıyoruz. Ama burada durup ekleyelim: Kitabı elbette değerli kılan, iki yazarın yaptıkları araştırmalar, söyleşiler ve derledikleri röportajlarla okuru şüphede bırakmayıp gerçeğe yaklaştırmaları…

BİZİM FİDEL, BİZİM GABO

Önce bir itiraf… Okurken notlar aldım elbette; baktım ki ben de Marquez değil de Gabo, Castro değil de Fidel diyorum kahramanlara. Kırk yıllık dostlarım gibiler. Anlatılan hikâyenin tılsımı olmalı bu.

Peki Fidel ile Gabo”nun peşine takılan okuru neler bekliyor? Burada elbette birkaç ipucu verilebilir ama bu okurun hevesini kırmak olmaz mı? Yine de şunu söyleyebiliriz, o yukarıdaki satırlarda “net değil” olarak tanımladığımız Fidel ve Gabo arasındaki ilk görüşte aşkın yerini kısa sürede nasıl zaruri ve kalıcı bir simbiyoza bıraktığına tanıklık edeceksiniz. (Bir not düşelim; simbiyoz; iki canlının tek bir organizma gibi birbiriyle yardımlaşarak bir arada yaşamalarıdır.)

Kimi satırlarda Gabo’nun dostluk! ilişkilerine şüpheyle yaklaşacaksınız. Kitaptan takip edersek, “Aydın ya da yazarlar her geçen gün onun (Marquez) daha az ilgilisi çekerken, yeni dostlarının neredeyse hepsinin devlet başkanlarından oluştuğunu görüyoruz. Tamamen hak ettiği Nobel Ödülü’nü çok genç yaşta nasıl aldığını anlayacak ve İsveç mücevherinin verilme ölçütlerinde, siyasi etkenlerin edebi ya da estetik olanlardan aşağı kalmadığını…”   

Kitap ikilinin yakın çevresiyle yapılan görüşmelerle, Küba ve Latin Amerika politikasıyla ilgili verdikleri röportajlardan yararlanılarak yazılmış. Bunlardan bazıları daha önce hiç yayımlanmamış anekdotlardan, sonu olmayan hikâyelerden, dostça ya da sitemkâr ayrıntılardan oluşuyor. Gabo’nun 1983 Mart’ında Playboy’a verdiği röportajı merak eden okur kitabın sayfalarında ona da ulaşabilir. “Gabo ve Fidel”  kitabının daha çok Marquez üzerinden yazıldığını da not olarak ekleyelim.

Gabo, “Eğer Fidel kendisinden önce ölürse bir daha asla Küba’ya dönmeyeceğini” söyleyecek kadar bağlı dostuna. Öyle ki Küba’nın yakın tarihinin karanlık sayfalarını oluşturan birçok olayda (idamlar, sürgünler, sansürler) aydınların çoğu insan ve yaşam hakkı lehinde, Castro’nun karşısında yer alırken Gabo, suskun kalıyor. Tek bir satırla bile Fidel’i eleştirmiyor. Kitaptaki satırlarla aktarırsak, “Kraldan çok kralcı davrandı ve Fidel’e sadık kaldı. Aydın kimliği ile Castro’nun sağladığı gayriresmi siyasi iktidar arasında seçim yapması gerektiğinde, tercihi açık ve net oldu.”

Ya Fidel’in Gabo’ya yaklaşımı? “Gabo ve Fidel”in satırlarında bu ilişki için “Gabo, Castro’nun mesajcısıydı” deniliyor. Marquez’i de Castro’yu da yakından tanıyanların ortak görüşü Marquez’in Castro’nun “politik kuryesi” olduğu: “Gerçekte, bazı kudretli kişilerin arkadaşı olarak, onlara hayat kurtarma, onları serbest bırakma ya da birinin talihini döndürme noktasında önemli mesajları getirip götüren birisi yalnızca. O devlet başkanlarının kulaklarına fısıldanan bu tür sırları taşımaktan hoşlanıyor. Görevlerin gizliliği onu mest ediyor ve bu gizliliğin içinde sudaki balık gibi rahat hareket ediyor.”

Gabo için yapılan ağır bir tanımlama diyebilirsiniz ama durun sevgili okur, Yüzyıllık Yalnızlık, Başkan Babamızın Sonbaharı, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk gibi kitapların yazarı Marquez de kendisine yöneltilen “En gözde uğraşınız nedir?”sorusuna da hiç tereddütsüz şu yanıtı vermiş zaten: Entrika çevirmek.

SİNEK AVLAMAK EĞLENCELİDİR

Bir kitapta Castro ve Küba olur da Che olmaz mı? Var elbette. “Gabo ve Fidel” dikkatli okura Castro ile Che’nin gün be gün nasıl uzaklaştığını, Che Guevara’nın Küba’dan dönmemek üzere ayrılırken Castro’ya yazdığı mektubu, o mektubu Castro’nun Küba halkıyla paylaşması sonrası Che’nin “Bu mektup ancak ben öldükten sonra okunmalıydı. İnsanı yaşarken gömmeleri hoş değil” diyerek nihai kopuşu kelimelere döküşünü de sunuyor.

Kitabın yazarları okuru “Aylak avcı” olarak tanımlamış. Diyorlar ki, “Aylaklık çalışmanın tam karşıtıdır. Çalışan kişi sinek avlamaz. Derin düşünce sanat için olmazsa olmaz bir koşul ve o da ancak aylaklık ve hayranlıkla gelişiyor. Sadece çok zaman kaybetmeye hevesli kişi bir sanat eserini değerlendirmeye ve onu yaratmaya muktedirdir.”

Sonuç olarak şunu ekleyebilirim, okumam boyunca hayli aylaklık yaptım ve sinek avlamak hiç bu kadar öğretici ve eğlendirici olmamıştı benim için.


Gabo ve Castro kitabı, okuru Küba’ya da götürüyor elbette. Büyüleyici denizi, dingin hayatı anlatan satırlar arasında sıkışıp kalan gerçek ve çileli hayat ise bütün Küba coğrafyasında dillendirilen bir espride gizli.
-Ben Adem’le Havva’nın Kübalı olduklarına inanmak üzereyim.
- Peki seni böyle düşünmeye iten ne?
-Çünkü elbiseleri yoktu, yalınayak dolaşıyorlardı, elmaları yemelerine izin verilmiyordu ve kendilerine Cennet’te oldukları söyleniyordu.