18 Mayıs 2011 Çarşamba

ŞAFAK PAVEY


24 Mayıs’tı.
Yıl 1996…
Sabah Gazetesi Haber Merkezi’nde muhabir olduğum günler.
Gazete her zamanki gibiydi. Sakin. Klavyenin başında oturmuş bir şeyler yazıyordum. Yanımdan Zafer Bey (MUTLU) geçti, telaşla… Yüzü mora çalıyordu, adımları zemini inletiyordu, koşuyordu adeta.
Anlamıştık…
Önemli bir şey olmuştu.
Bekledik.
Her meraklı gazeteci gibi, aklımız yazıişlerinde, gözümüz sürekli açılıp kapanan kapıda…
Bir süre sonra haber müdürüm çıktı yazıişleri odasından. Elime bir kâğıt tutuşturup “hemen ara bu numarayı, Ayşe’nin kızı kaza geçirmiş. Konuş” dedi.
Ayşe…
Ayşe Önal yani…
Yıllarca birlikte çalıştığım, gazete koridorlarında kaçamak sigara içtiğim, memleket meselelerini tartıştığım, hayatı paylaştığım arkadaşım Ayşe. Arabasına her bindiğimde “Kesin inemeyeceğim”diye ödümü patlatan, arada bana “Sezen’den şarkısı söyle hadi” diye takılan masa komşum Ayşe…
“Nasıl yani? Şafak? Gök gözlü kız kaza mı geçirmiş?”diye kendi kendime söylenip numarayı çevirdim.
Ağlıyordum.
Ayşe de ağlıyor muydu? Yalan olmasın hatırlamıyorum. Doğrusu tanıdığım Ayşe muhtemel ki konuşurken beni avutuyordu. Duramıyordum, bir yandan ağlıyor, bir yandan Şafak'ı soruyor, bir de olup biteni haberleştireceğim için not alıyordum.
“Kolu” diyordu Ayşe, “kopmuş…” “Ama Şafak iyi, ameliyat iyi geçti.”
“Bacağı” diyordu Ayşe, “kopmuş.” Ama Şafak iyi, ameliyat iyi geçti…”
“Kocası” diyordum, “Biliyor musun, hiç gelmedi hastaneye, uğramadı, sormadı. Şafak onunla buluşmak için gitmişti istasyona oysa…”
Sonraki günler de defalarca konuştuk elbette. Gün be gün iyi haberlerini aldık.
Sonra Şafak Türkiye’ye geldi.
Hastaneye gitmiştim, önündeki laptopla dünyaya bağlanıyordu.
Sonraki günlerde Şafak’ın protezleri takıldı, gittim. Defalarca yenilendi protezler. Protez kolunu hareket ettirerek, protez bacağını da yönetmenin alıştırmasını yaparken de oradaydım.
Bir gün telefonum çaldı, Ayşe’ydi arayan. “Hadi gel, Şafak bugün yürüyecek” demişti.
Proteziyle yürüme bandında adım atışını izledim.
Ağlıyor muydum, bırakın benim gözlerimi şimdi, mevzu o değil. O an ah o an keşke orada olsaydınız, Şafak’ın GÖK GÖZLERİ’ndeki mutluluğu, kazanma azmini, mücadeleyi görebilseydiniz…
Sonrası…
Oooo…
Hangi birini yazsam ki.
Kazanın üzerinden bir yıl geçmeden Londra’ya gitti Şafak. Politikayla ilgileniyordu. Westminster Üniversitesi’nde “Uluslararası İlişkiler” okudu.
Ha bir de “AB Politikaları”…
İkisinden de mezun olup master yaptı. BM, özel kalemi olarak mülteci kamplarında çalıştı sonraki yıllarda.
Hala da diplomat zaten.
12 Haziran’da seçim var ya, o seçimde CHP’nin İstanbul 1. Bölge Milletvekili Adayı şimdi.
Benim bölgemde yani.
Ne güzel…
Ömrümde ilk kez vereceğim oyu heba etmeyeceğine inandığım bir adayım var. 12’si sabahı koşa koşa gideceğim sandığa. Güle oynaya basacağım “EVET”imi. Ve yüksek sesle diyeceğim ki, “Şafak, oyum sana helâl olsun. Ve bize öğrettiklerin için ise asıl sen hakkını helâl et…”



1 Mayıs 2011 Pazar

İSTANBUL, VAZOMDA ÇİÇEK


Önce mimozaları gördüm, sonra saymakla bitmez rengiyle laleler geldi. Sırada erguvanlar ve leylaklar var; kaçırmamalı. Bilirim zira “İstanbul’da bahar”, vazoda çiçek olup açmalı…

           
Çocuk zamanlarımdı.
Tek tasamın, dizimdeki kabuk tutmuş yaranın kaşınması olduğu zamanlar… Baharın bahar olduğu günlerde, o ılık ve telaşsız yağmurlar yağdığında anneannem “Yüzünü bahar yağmuruyla ıslat, gönlün yıkansın, sıkıntılar akıp gitsin” derdi, yapardım.
Koşturup duran zaman, saf bahar yağmurlarını alıp gittiğinden beri yürekteki sıkıntıyı yıkayacak billur damla bulamayan ben, şu günlerde İstanbul’un çiçekleriyle avunuyorum.
Gönlümü renge açtım.
Sarıya, kırmızıya, mora, yeşile, beyaza, pembeye ah en çok da erguvana…

Sarı, ben pek de hazırlıklı değilken, Adalar’dan “mimoza” olup geldi yamacıma; küçük toplar halinde. Dokunmaya korktum. Çiçek mi, bir büyülü sarı toz bulutu mu hiç bilemediğim mimozaların gönlümü hoş eden rayihasında baharı buldum.
Bilir misiniz, mimozalar gece ile gündüzü ayırt ederler. Gün batarken o sarı top çiçeklerini, tırtıllı yapraklarını kapanıp, uykuya dönerler. Ve sonra sabah olunca, güneşin ışığını ve sıcağını hissettiklerinde nazlı kıpırtılarla açılır, saçılırlar.

Bir rüya gibidir mimozalar, bir görünür bir kaybolurlar. İstanbul’da baharı ilk onlar müjdeler.
Ama sonraki günler, ah asıl o günler bir renk cümbüşüdür… Mimozalar gider laleler gelir. Nisan sanki lalelere kaptırmıştır adını, Ocak, Şubat, Mart, Lale diye sıralanır olmuştur aylar; öyledir. E kolay mı taa Kasım ayında parklara, saray bahçelerine, korulara, yol kenarlarına, saksılara gömülen 20 milyon lale soğanı tek tek açar Nisan’da.

O sebepten derim ki şimdi, şu günler gönülleri lalenin sarısına, kırmızısına, moruna, pembesine, beyazına, turuncusuna bırakma zamanıdır, kaçırmamalı. Laleler solup gitmeden, şöyle itinalı bir adımla yanlarına varmalı; farklarını anlamalı. Ben yaptım bunu. Gördüm ki kimi tombul, kimi hançeri sivri yapraklı…

İşte sanki o an, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş kulağıma “İğne uçlu, taç yapraklı laleler 16. yüzyıldan itibaren kendisini göstermişti. O İstanbul Lalesi’dir. Yazık ki 19. yüzyılda kayboldu. Şimdi genetik çalışmalar yapıyoruz, asıl İstanbul Lalesi’ni yeniden üretmeye çalışıyoruz” diye fısıldayıverdi.
Sevindim. Öyle ya, en nadide çinilere desen olmuş, saray bahçelerinde asaleti simgelemiş, baharını şölene
dönüştürdüğü kentin adını taşıyan İstanbul Lalesi’ne kavuşmak ne büyük bir zenginlik olur… Ama biliyorum, bir zamanlar renk ve şekillerine göre fevvarei Nur (Nur fıskiyesi), nemci çemen (Çimen Yıldızı), lali muzab (Erimiş yakut, erimiş dudak), dameni dür (inci eteği) diye anılan lalelerin arasında yakında İstanbul Lalesi’ni de göreceğim. Öyleyse şimdi evimi lalelerle şenlendirmeli, sonra da gözümü gönlümü erguvana vermeliyim.

Çünkü İstanbul’da “Erguvan Zamanı” başladı sessiz sedasız. Erguvanlarla bezendi Boğaz sırtları. Rumeli Hisarı’nın asırlık taşlarına yaslana yaslana büyüyor erguvan çiçeklerinin tomurcukları…
Boğazın suyu poyrazla coşkulu ve yeşil aktığında, erik ağaçlarının beyaz çiçekleri rüzgârda uçuşup, yapraklarının altına saklandığında mı görünür erguvan çiçekleri yoksa mimozalar çoktan çekip gittiğinden, laleler boyun büktüğünden baharı şenlendirme sırası ona geldiğinden mi aceleyle açarlar? Öyle ya, henüz ağacın yaprakları yokken dalları donatmazlar mı erguvan çiçekleri?
Bilirim, erguvan İstanbul’dur.

Ya da şöyle söyleyelim, erguvan da İstanbul’dur. Boğaz’ın sırtlarında önce tek tük ve cılız görünür erguvan çiçekleri. Sonra bir de bakmışsınız ki yeşilin arasında, mavinin dibinden
fışkırıvermiş.
Hem hatırlarım, erguvanın İstanbulluluğu Yeni Roma’ya kadar dayanır. O dönemde mor, doğal yollarla elde edilmesi en zor renk olduğundan sadece zenginler ve asillerin giysilerinde kullanılabilirdi. Zaten Roma İmparatoru Büyük Konstantin de 11 Mayıs 330, Pazartesi günü Yeni Roma’nın yani Konstantinople yani Byzantium yani İstanbul’un kuruluşunu ilan ederken sadece imparatorların giydiği erguvan renkli pelerinini gururla atmamış mıydı omzuna?

Haydi, kulağınıza bir sır fısıldayayım, hani Hürrem var ya Hürrem, Kanuni’nin gözdesi, erguvan onun da en sevdiği renkti. “Osmanlı’da erguvan rengi keselerin yapamayacağı yoktu” der kitaplar.

Sarı kaç çiçekte vardır, kırmızı da pembe de, beyaz da… Ama erguvan rengi, bir tek adını aldığı çiçekte bulur anlamını. O nedenle baharda Nisan ve Mayıs ayları boyunca İstanbul’da özellikle Boğaz yamaçları “erguvan rengine” bürünür.

Erguvan bahardır İstanbul için.
Lale de, mimoza da…
Ama unutmamalı salkımlar ve leylaklar var sırada, hatta Mayıs ortasına doğru manolya da.
O yüzden diyorum ya İstanbul, çiçektir vazomda…